• Samsun
  • Son Güncelleme 18:39
Prof. Dr. Koray KARABEKİROĞLU Görseli

Prof. Dr. Koray KARABEKİROĞLU

Köşe Yazarı

Çocuk ve Ergen Psikiyatristi

Diğer Köşe Yazıları

Bu gönderiyi paylaşabilirsiniz!

Ahlâkçı olmak vs. Ahlâklı olmak…

 

İnsan olan herkesin bir ruhsal aygıtı var ve çoğunun da irâdesi –belki de özgür irâdesi- bu aygıtın sağlıklı çalışmasına ihtiyaç duyuyor. Demem o ki, duygu, düşünce ve davranışların doğası ve insan irâdesi ile ilgilenen herkes -eli mahkûm hepimiz- soru sormaya başladığımız andan itibaren bu işe bulaşmış durumdayız. Şöyle söyleyeyim, varsak –yani daha ölmediysek- ve ruhsal aygıtımız yeterince sağlıklıysa –şimdilik buna psikiyatri uzmanları ve hâkimlerin hüküm verme yetkisi var- ‘bilerek’ ve ‘isteyerek’ yaptıklarımızdan (irâdemizden) sorumluyuz. Ayrıca –çoğu zaman- yapmadıklarımızdan da sorumluyuz.

-Tıbbi ya da hukuki açıdan, mantıken ve pek çok dine göre- ‘yapmak ya da yapmamak’, yani özgürlük, bizi bağlıyor. Özgürlüğe, seçim yapmaya mahkûmuz. “Ben oynamıyorum” diyemiyoruz. Çünkü oyunun içinde bulmuşuz zaten kendimizi. Yani, biz oyunla var oluyor, oyun yoksa yok oluyoruz.

 

“Felsefeyle, ruhla, irâdeyle işim olmaz” diyen biri, belki de farkına varmadan, “Benim düşünmeyle, hukukla, adaletle, özgürlükle, seçme hakkıyla, hakikat ve gerçeklikle bir işim olmaz” demiş oluyor. İşte ruhu ve insanı bilmek, kendini bilmekle; irâdeyi bilmek de ahlâkı, hukuku, adaleti bilmekle eşdeğer anlamlar kazanmaya başlıyor. Ruhunu bilmek ve ona iyi bakmak, irâdeni tanımak ve onu titizlikle harekete geçirmek insan olmanın doğal bir yan ürünü gibi görünüyor.

İnsan olmaya mahkumuz. İşte bu yüzden düşünmeye, yani eylemeye, karar verip, uygulamaya, yani yapmayı ya da yapmamayı seçmeye mecburuz. Özgürlük varsa, kaçış yok. Durum bu.

 

Her insan, ayrık bir varlık özüne sahipse -ve varlık özleri arasında bir ilişki varsa- her bir insan özünün, kendi bedeni, diğer özler ve varlığın bütünü ile bir hukuk ve etik ilişkisi doğacaktır.

Varlığın içine atılmış –ya da yaratılmış/bilinçli bir şekilde tasarlanmış- insanın günlük yapıp etmelerinde bir ‘iyi/kötü, doğru/yanlış’ ayrımı yapılabilirliği konusu ahlâk felsefesinin, diğer bir deyişle etik alanının temel meselesi. ‘Neyin doğru/yanlış olduğu’ değil, ‘doğru ve yanlışı ayırabilmek için nasıl bir yöntem uygulanmalı?’ sorusu etik alanına giriyor. Yani, etik (ahlâk felsefesi), ahlâki ilkeleri belirlemeye çalışan bir din/ ideoloji gibi normotif değildir. Sorunsalı serimler, seçimi bize bırakır.

 

Etik ilişkide ise, iyilik-kötülük kavramı ve iyi/doğru-kötü/yanlış yarılması oluşur. Bu durumda ya etik ilişkinin geçerli, güvenilir ve genellenebilir esaslarını aramaya devam edeceğiz ya da bir tür nihilizm içine girip, kötülüğü ve ahlâk ilişkisini yok sayarak, adcı, kavramcı vb. yönden duruma yaklaşacağız. Gerçi, ahlâki göreciliğe (ahlâki normların yer, kişi, zaman ve topluma göre değişeceği, mutlak bir ahlâki normdan söz edilemeyeceği) inanan pek çok birey, ahlâk, iyilik-kötülük gibi kavramların varlığını dışlamaz. Zaten pek çok dinde de ahlâk normları değişkendir ve çoğunlukla da toplum tarafından belirlenir ve güncellenir. Zamana göre değişen ve gelişen ahlâk/etik anlayışına ‘açık ahlâk’ denir ve Henri Bergson’a göre –değişmez/kapalı ahlâkın tersine- özgürlüğe dayanır.

Benim karşı duruş sergilemek istediğim üç yaklaşım var. Birincisi, bireyin kendisini mutlak kabûl ederek, ötekini (seni) de içermeye çalışmayan, ortak bir norm belirleme çabası gütmeyen, benmerkezci tutum. Karşı durmayı tercih ettiğim ikinci yaklaşım ise, ötekiler karşısında bireyi unutup, var olan/belirlenmiş bir takım ahlâki normları bireye dayatan (dayatmacı/normotif ahlâk) anlayış. Bir üçüncü tutum da, varlığı tümüyle Tanrıda görürken, insanı ıskalayan ve insanı irâdesiz (ahlâki ehliyete sahip olmayan) bir ucube/kukla hâline getiren yaklaşım.

Din ya da ideoloji konusunda çok inançlılar. Tüm zamanlarda olduğu gibi, günümüzde de ‘çok bilen’ (yani çok iyi bildiğini düşünen) insanlar vardır. Aslında bilgi bir tür inanç olduğu için, bu kişiler aynı zamanda çok inananlardır. Kendi düşünce sistemlerinin doğruluğunu ya da yanlışlığını sorgulamayı çok sevmezler. Başkalarının ‘doğru yola’ gelmesi için onlara nasihat etmeyi, onlara ahlâklı, inançlı olmaları konusunda yol göstermeyi, yorum yapmayı ise çok severler. İkna edemezlerse, adam toplamaya giderler. Sözleri yetmezse de de ellerinde baltaları, satırları, silahları ile çıkagelirler.   

 

Ahlâk ile hukuk arasındaki iki temel fark vardır. (1) Ahlâkî buyruklar içsel, hukukî buyruklar dışsaldır. (2) Ahlâkî buyruk, “yapmalısın ya da yapmamalısın” şeklinde iken, hukukî buyruk, “yapabilirsin ya da yapamazsın” şeklindedir.

Levinas ise, etiği varlıktan daha da öncelikli görür. Modernizm dünyasının ‘çok bilen’ adamını eleştirir. Tanrıyı değil de son insanı kutsallaştıran günümüz baskın kültürünü de seküler bir teodise olarak yorumlar. Yani, Tanrı’yı bir kenara alıp, Tanrı’yı değil de, -aslında Nietzsche’nin dediğine benzer- son insanı kutsarlar. Yani toplum sekülerleşse de, insanlar ‘bütünlük’ ve ‘ideal doğruluk’ adına ötekini ötelerler. Anlaşılan Levinas insanın Tanrı inancının bile kötülüğü azaltmadığını görmüş olduğundan, varlığın da ötesine etiği yerleştirmek zorunda hissetmiştir. Levinas’a göre temel soru, “Niçin hiçbir şey olmayacağına bir şey var?” sorusu değil de, “Neden bu kadar kötülük var?” sorusu olmalıdır.”

Her bir birey, ‘Etik nedir?’ diye zihinsel bir çaba içine girerse, ‘iyi niyetle’ yol alırsa, bana kalısa seçim ve eylemlerinde de –genellikle- iyi/güzel/ doğru/sağlıklı seçimler yapabilir. Benim durduğum yerde, diğerlerine ahlâki roller vermek ya da ‘ahlâkçı’ bir tavırla insanlara ayar çekmek ‘güzel/iyi/ doğru/sağlıklı/yararlı’ görünmüyor. ‘Ahlâk’ı ‘insan’ için en temel ‘değer’ saymakla, ‘ahlâkçılık’ yapmak –başkasına ahlâki normlar dayatmak- arasındaki ayrımı çok önemsiyorum.

Ahlâki norm ortaya koymak gerekirse, bana kalırsa; önce insan kendine karşı dürüst olmalı. En zoru bu gerçi. Neyse, sonra da bir seçim yaparken –daha- doğru bildiği ne varsa onu söylemeli, -daha- doğru bildiği ne varsa onu yapmalı. Ayrıca, hemen ‘doğruları buldum’ havasına da girmemeli. Yani, daha doğrusunu bulmak adına da hep bir şüphe içinde, aklını ve vicdanını geliştirmeye devam etmeli. Diğer ‘ben’lerle ve’Sen’le ilişkisini ve iletişimini hiçbir zaman koparmamalı. Hayatın içinde olmalı. Sormalı, okumalı, dinlemeli, başkalarının görüşleri ve -o mekân-zaman için- akıl ve vicdanı ne diyorsa onu yapmalı…

 

Yeni bir yazıda buluşmak üzere.

Sıhhat ve muhabbetle…

0 Yorum

Yorum Yap