SON DAKİKA HABERLERİ
  • Samsun
  • Son Güncelleme 04:24

Bu gönderiyi paylaşabilirsiniz!

Ramazan denilince herkesin aklına on bir ayın sultanı ve ibadet ayı gelir. Ancak bunun yanında özellikle Osmanlı kültüründen bize kalan ramazan eğlenceleri ve yaşam şekli de unutulmayanlardandır. Zira Ramazan ayı girince Müslümanların yaşam şekli değişmekte ve o aya özgü davranış ve yapılar oluşmaktadır. Her şeyden önce Ramazan ayı, evlere bir misafir gelmiş gibi özenle davranılır ve “Hoş geldin” söz ve yazıları arasında karşılanır. Çünkü bir ay kadar sonra da bizi bırakarak gidecektir. Seneye bir daha gelmek üzere.

Ramazan’ın etkisi, Kökçüoğlu Mahallesi gibi yerlerde daha bir farklı yaşanırdı. Daha gelmeden karşılama çalışmaları yürütülürdü. Özellikle yufka açmak, yapılan işlerin başında gelirdi. Mahalledeki kadınlar bir ay boyunca kullanacakları yufkaları elbirliği ile açarlardı. Kıymalı ya da peynirli börek yapmak için kullanılan yufkalarda sayı esastır. Herkes kaç tane yufka yaptığını bilirdi. Kuru üzüm, kayısı, erik ise sofraların ayrılmaz parçasıydı. Bunun için Ramazan girmeden alışveriş yapılarak evin gıda eksikleri giderilirdi. Ve elbette oruç açmanın faziletli olduğu düşüncesiyle hurma alınması. Bütün bunların yanında mevsimine göre şurupluk veya turşuluk hazırlanması. Bunların hepsi bir ibadet ve ziyafet karışımı duygu ve özlemlerle hazırlanır, evimize bir aylığına misafir olacak Ramazan’ı mutlu etmek/geçirmek gerekirdi.

Ramazan öncesi yapılan bu hazırlıklar herkesin ekonomik gücü ve zevkine göre yapılırdı. Mahallemizde de benzer durum egemendi. Ramazan başlamadan önce ev içerisinde kimlerin oruç tutacağı/tutmayacağı çok konuşulurdu. Ona göre değerlendirme yapılır, özellikle çocukların durumu dikkate alınırdı. Dinsel eğitimin öncelendiği bu ayda çocukları dine ısındırmak amacıyla oruç denemeleri yapılırdı. Hatta çocukların öğlene kadar oruç tutmasına müsaade edilirdi. İftara kadar tamamlamak çocuklar için büyük başarıydı. Ve tabii ki yaşlılar oruç tutamamanın verdiği hüznü hissederlerdi. Günümüzdeki gibi seküler yapıyla oruca bakılmaz, tutmak için gerekçeler oluşturulurdu. Sağlığını riske edecek şekilde oruç tutanlar çok olurdu. Kimse bu ayın feyzinden uzaklaşmak istemezdi.

Ramazan ayının ilk gününe teravihle başlanırdı. Camilere akın akın kadın-erkek giden olurdu. Kimisi seccadesini ve tesbihini de götürürdü. Camiye gidiş ise ayrı bir heyecandı. İnsanlar bayram yerine gidiyormuş gibi neşeli ve heyecanlı olurlardı. O zaman da hızlı kıldıran imamlar muhabbeti olurdu. Özellikle televizyonda maç olduğu günler hızlı imamlar tercih sebebi idi. Bu arada teravih sonrası kıraathaneler/kahvehaneler dolardı. Teravih sonrası kaldırım sohbetlerinde çekirdek eşliğinde sohbet muhabbet gırla giderdi. Ahmet Yıldız’ın Bakkalı ve Şahin Dondurma sahura kadar açık olurdu. Sahura kadar okey/kâğıt oyunları ile vakit geçiren erkekler ya ev halkını uyandırmak için ya da hazır yemeği yemek için giderlerdi. O günlerde bu tip eğlenceler dine uygun/değil gibi tartışmalar pek olmazdı. Zira Osmanlı geleneğinden beri Ramazan akşamları eğlenceleri sıradan bir uygulama idi ve ibadet ayında eğlence de yaşamın bir parçası sayılırdı. Sahur yemeği özenle hazırlanır ve bir ziyafet şeklinde geçerdi. Sahur muhabbetleri de bu arada eksik edilmezdi. Çocuklar da sahur vaktine kadar sokakta oynardı. Ve sahurun ayrılmaz parçası, davulcular… Her mahallenin kendi davulcusu olurdu. Genellikle eğlenceli insanlar bu işi yapardı. Çoğu insan zaten sahura kalkardı. Ancak eski geleneği devam ettirmeyi de herkes severdi. Davulcuyu görmek ise daha ayrı bir heyecan verirdi. Uzaktan ve karanlıktan davul çalarak gelen birisini beklemek ve seyretmek çocuklar için çok anlamlı ve etkileyici idi. Hele bir de mani okuyorsa keyfi anlatılamaz, yaşanır. Davulcu tanış birisi ise evin penceresinin altına/yanına gelip özellikle sesli ve uzun süre çalardı. Bu da ev sahibi için ayrıcalıklı bir durum idi. Bu arada ertesi günün ekmeğini yapacak olan fırın çalışanları da genelde bu saatlerde işyerlerine giderdi.

Sahurda son ana kadar yemek veya su içmek de ayrı bir heyecandı. Hoca ezanı okuduğu ana kadar su içmek için bekleyen çok olurdu. Hoca görevini ifa ettikten sonra artık yemek yenmez, bugünkü gibi imsak tartışması yapılmazdı. Bu aşamadan sonra sabah namazı kılınması için hazırlık başlardı. Camiye gidenler ise yola çıkar ve camiye gittiğinde bir müddet cemaatin toplanmasını beklerdi. Bu davranışın tadını da yaşamayan bilemez. Yapılan her davranış öte dünya ve Allah rızası kavramı üzerinden şekillendiği için hazzı da ayrıydı. Evde kalanlar ise sahurdan sonra yatardı.

Günlük yaşam içerisinde oruçlu başlayan herkes bunun bilincinde olarak hareket ederdi. Gün içerisinde yapılan en heyecan verici ritüel, evlerde okunan mukabeleler idi. Ay sonuna kadar Kuranı Kerim hatmedilirdi. Her gün bir cüz okunurdu. Genelde bir saat kadar sürerdi. Mahallemizde Fadime Sincak Abla, Zekiye Çelik Abla, Ordulu Ayşe Sonkaya Ablanın evinde her yıl okunurdu. Ve saatleri de birbirinin peşine olurdu. Dinleyenler ve Kuranı Kerimden takip edenler bu evlere giderdi. Okuyucu erkek ise onun oturduğu yer bir çarşafla çevrilirdi, kadınlar daha rahat koşullarda dinlerlerdi. Eğer vakit varsa, hoca vaaz verirdi. Dinleyiciler yer minderi üzerine otururdu. Bir ay boyunca herkes takip ederdi, dinleyemediği cüz olursa tamamlamaya gayret ederdi. Ya da yerine bir başkasını görevlendirirdi. En son gün hatim duası olurdu. O gün herkes gelirdi ve duaya “Amin” denilirdi.

Ramazan’ın o zamanki en ilginç olan uygulamalarından birisi de lokantaların camlarının kağıtlarla kapatılması idi. Oruç tutanlara rahatsızlık vermemek için güzel bir uygulamaydı. İnsanların gözü önünde yemek ve içmek eylemi yapılmamaya özen gösterilirdi. Ne yazık ki o dönemde de oruç tutmayanlarla yapılan tartışmalar/dalaşmalar olurdu. Ramazan gelince fırınlar altın çağını yaşardı. Kıymalı pide yaptıranlar için fırınlar sıkışık olurdu. Bu nedenle fırıncılar sıra numarası verirdi. Ancak herkesin beklentisi iftarın hemen beş dakika öncesinde pidesini almak idi. Tabi ki böyle bir durum her zaman olmazdı. Bir de pidelerin tepsi içinde sokaktan geçtiğini düşünün. Zaten akşama kadar aç kalınmış ve önünden mis gibi kokan sıcacık kıymalı pide geçiyor. İç geçirmemek mümkün değil. Mahallemizde yaşayanların ekonomik durumu da her zaman bunu yapmaya uygun değildi.

İftardan önce olan uygulamalardan birisi de Ramazan Pidesi idi. Herkes iftarı pide ile açmak isterdi. Ama bu her zaman mümkün olmazdı. Zira bunun için de ekonomik durum her zaman elverişli olmuyordu. Pideler ise günümüzde olduğu gibi sade veya yumurtalı, susamlı veya susamsız, tekli veya çiftli idi. Herkes iftara yarım saat kala fırına gider ve tezgâhın, fırın taşının önünde beklerdi. Pişirim ustası eğer özel hazırlanmış ve isme göre sipariş verilmemişse pideyi taşın üzerine atar, herkes kapmak için yarışırdı. Bu yarış bile çok güzeldi. Sonuçta herkes pide alırdı. Ama o tatlı yarış heyecanından kimse vaz geçmezdi. Pideyi kapan bir kahraman edası ile gazeteye sarar ve sokaktan geçerek evine giderdi. Benim için Ramazan klasiklerinin arasında yeri alan bu geleneği yıllarca hiç aksatmadan yerine getiren Adem Çelik idi. Pidenin durumuna göre özel sipariş mi sıradan mı hemen belli olurdu. Ekonomik durumu uygun olmayan o zamanki ifadeyle baston ekmeğe ağırlık verirdi. Yani günümüzdeki beyaz, buğday ekmeğine. Ufak bir ayrıntı vereyim. O ekmeğinde guduk denen uç kısmı çok sevilirdi ve çocuklara verilirdi.

Fırın tezgahı başında pide kapma meydan muharebesini kazanan kişi eve kahraman gibi gelir. Ve sofra hazırlanmıştır. Herkes atacak olan topu beklemektedir. Sofra başında beklerken ezan okundu mu okunmadı mı, top attı mı atmadı mı muhabbeti başlar. Sonuçta evin büyükleri der ki “Hoca topa tabidir, topu bekleyin!”… Doğal olarak top beklenir. Top patlar patlamaz mahallede bir sessizlik hakim olurdu. Son ana kadar dışarıda bekleyenler hemen eve girer ve yemek başlardı. Bu sırada hızlı bir şekilde okunan akşam ezanı, iftara eşlik ederdi. Camiye gitmiş olanlar ise cami içinde iftarlarını açar ve namaza dururlardı. Sonra da evlerinde iftarlarını yaparlardı.

İftar açma olayı da ekonomik durum ile ilgili idi. Genelde zengin olanlar hurma ile, gelir düzeyi düşük olanlar ise zeytin veya su ile açardı. Yine klasik diyaloglardan birisi de şu idi. İftara besmele ile başlaması için herkes uyarılırdı. Ancak bazıları uyarıdan rahatsız olur ve söylemezdi. Bu durumda büyüklerimiz “Neyi söylemeyeceksin” diye sorardı. Besmeleyi çekerek bunu söylemeyeceğini ifade eden çocuğa, “Hadi şimdi ye” denilirdi. Espriler ve muhabbetler arasında iftar açılırdı. Bolluk ve bereket gerçekten Ramazan ayında sofralara egemen olurdu. O zamanda iftarda eve davetli gelmesi/çağrılması önemli bir gelenekti. Misafir geleceği akşam, mahcup olmamak için özel çaba sarf edilip misafirin memnun ayrılması istenirdi. Masanın baş köşesine oturtulup izzeti ikramda kusur edilmezdi. Şimdiki gibi lokanta havasında yemek yenmez, bir ibadetin dostlarla birlikte yerine getirilmesi düşüncesi egemen olurdu. Zira Allah’ın daha fazla vereceğine kalben inanılırdı. Ve tabi ki yemek duası. Sofrada bulunan ve bu işlerden anlayan kişi, “Amin” diyerek yemek duasına başlardı. Yemek sonrası akşam namazı kılınması ve peşinden çay faslı ile teravihe kadar sohbet edilir ve sonrasında gidilirdi.

O dönemde televizyonlarda Ramazan eğlencesi adı altında programlar olurdu. Tadı hala aklımızda. Meddah, Hacivat-Karagöz, Direklerarası Eğlenceleri, diziler, filmler ve müzikler. İftar saatinde Ankara’ya göre hazırlanmış programlar izlenirdi. Günümüzdeki gibi seküler programlar yerine gerçekten kalbe/gönle hitap eden programlardı. Dinsel tartışmalar da daha bir seviyeli idi. Gerçekten öğrenmek için sorulan soruların cevabı aranırdı, günümüzdeki gibi düşünsel tatmin yaşamak amaçlı soru-cevap programları yoktu. İnsanlar gerçekten dertliydi ve dinini öğrenmek istiyordu. Şimdiki gibi dinin/dindarın açığını arayıcı şekilde tuzak soru/cevap yapılmıyordu. Gazeteler ise Ramazan ayına hürmeten dine yakın bir hal alıp kupon karşılığı dini eserler vermeye yarışıyorlardı. Hemen hemen hepsinin Ramazan’a özel sayfaları oluyordu. Velhasıl eskiden her şey çok farklıydı ve içtendi… Sekülerizm ve ekonomik kaygılar, dinsel paradigmaları esir almamış, herkes daha bir mutluydu. İnanan da inanmayan da içtendi. Günübirlik düşünce ve davranış kalıbı göstermezdi.

Evet, Kökçüoğlu’nda Ramazan böyleydi… Aslında her yer böyleydi. Ufak tefek farklılıklar olsa da yaşananlar hep aynıydı, sadece aktörler değişikti. Günümüzde ise ne yazık ki bu ruhu ve yapıyı kaybettik. Seküler bir yaşamı, robotik düşünmeyi yaşamın gerçeği ve gereği olarak benimsedik. Nostaljik içerikli bu yazılarla, anılarla mutlu oluyoruz. Yaşları küçük olanlar da bizlere bakarak içlerinden kıs kıs gülüyorlar. Hiçbir zaman yaşayamayacakları bu güzel duygu ve düşünceleri bilmeden, anlamadan…

0 Yorum

Yorum Yap