• Samsun
  • Son Güncelleme 19:21

Bu gönderiyi paylaşabilirsiniz!

Çocukluk yılları her bireyin özlemle andığı anılarla dolu bir yaşam kesitidir. Ekonomik kazanç sağlama kaygılarının bulunmadığı, ana/baba parası ile geçimin sağlandığı ve hayatın bütün dert ve tasalarından uzak yaşam sürüldüğü yıllardır. Yaşanan günlük olayların insanların yaşam tarzına etkisinin olduğu elbette bilinen bir gerçektir. Ancak yaşam içerisinde aktif rol alınmadığı bir dönem olması nedeniyle, tam da tanımlandığı biçimiyle “oyun ve eğlenceden ibaret” bir kesit olarak öne çıkmaktadır.

Her toplumun ve her mahallenin kendi özelinde alışkanlık, kültür ve geleneklerinin olması nedeniyle büyüklerin olduğu kadar küçüklerin de yaşantıları kendine özel gelişmektedir. Oyunlarda kullanılan alet ve ekipmanlar bile ait olunan kültürel katman ve sosyal sınıf tarafından belirlenmektedir. Gelir düzeyi arttıkça kullanılan oyuncaklar/aletler emek harcanmadan para karşılığı alındığı için çocuk bulunduğu ortam/toplumdan farklılaşmakla birlikte aldığı haz azalmaktadır. Gelir düzeyi düştükçe oyuncağını bir emekle kendisi hazırladığı için aldığı haz artmakta ve ileride anılarla yaşayacağı döneme etki düzeyi muazzam yüksek olan anılar biriktirmektedir.

Her toplumda/mahallede olduğu gibi Kökçüoğlu Mahallesi ve benzerlerinde yaşanan çocukluk ve kullanılan oyuncaklar da birbirine benzerdir. Zira toplumsal katmanların oluşmasında gelir düzeyi önemli rol oynamakta, gelir farklılığı arttıkça mahalleler arasındaki farklar da arayı açmaktadır. Bu durum da yaşantı üzerinde etki ederek sosyal sınıfların oluşmasına katkı sağlamaktadır. Ancak üst düzey gelir grubuna ait bireyler resim, heykel, müzik gibi konularda daha seçkin ve sanata yönelik uzun yıllar yaşayacak bir birikimle yaşam sürerken, gelir düzeyi düşük mahallelerdeki kültür daha kısa sürede etkili olmakta ve çağın gelişmesi ile birlikte kalıcı eserler bırakma yönünde etkisiz kalmaktadır. Bu durum olumsuz gibi görünse bile haz alma ve mutlu olma, hayatı dolu dolu yaşama anlamında bakıldığında ufak şeylerle insanların daha mutlu bir yaşam sürdüğü de gözden kaçmamaktadır. Hele bir de olaya başkasının artı değerini gasp etmeyen ve emeği sömürülen bir kitle olarak bakıldığında; gelir düzeyi yüksek kitleye göre daha dürüst, emeğiyle ayakta duran, asalaklığa karşı bireylerin oluşturduğu bir toplum olarak öne çıktığını da görebiliriz. Doğal olarak bu bireylerin gelir düzeyi yüksek kitlelere öykündüğü ve sınıf atlama düşüncesinin de olduğunu bir ayrıntı olarak belirtelim.

Bu ruh hali ve yaşam tarzı içerisinde insanlığın en saf yönü olan çocukluk çağını irdelediğimizde ve bunu Kökçüoğlu Mahallesi özelinde benzer tüm mahalleler nezdinde yaptığımızda, çocuk oyunları ayrı bir yer tutmaktadır. Tamamen çocukların yaratıcı özelliğinden kaynaklanan, imkansızlığın şekillendirdiği oyunlar/oyuncaklar olduğunu görmekteyiz. Günümüzdeki gibi elektronik/dijital oyuncakların olmadığı harika bir dönem. İçe dönük birey yetiştiren dijital oyuncakların yerine dışa dönük birey yetişmesine katkı sağlayan muazzam bir sistem. Oyunların bu yönü yanında birden fazla bireyle oynanması, sosyal iletişimin yüksek olması, çevrede bulunan malzemelerin kullanılması, mahalle/sokakta bulunan binaların dahi bir obje olarak kullanılması oyunların önemli bir parçasıdır. Şimdi bu oyunları şöyle bir gözden geçirelim.

Futbol günümüzde olduğu gibi o dönemin de ayrılmaz parçası. Hele Kökçüoğlu gibi oldukça fazla sporcu yetiştirmiş bir mahallede. Bu noktada Beşiktaşlı Hayri ve Samsunsporlu Ercan kardeşleri en başta belirtelim. Ve babaları İsmail Dayıyı. Çocuklarla birlikte maç yapıp onların yetişmesini sağlayan ihtiyar delikanlıyı. Ali Dedemin “Kocaman adam çocuklarla top oynuyor” diyerek kızmasını ve bu duruma gülerek cevap veren Hayri Abiyi… Battik Sebahattin Abiyi, Yeşilovaspor antrenörü Aynur/Ayhan Abiyi, Yusuf Polat’ı, Ülkü Göktürk’ü, Soğuksusporda Sabri Yılmaz’ı, kardeşi Ahmet Yılmaz’ı, Kocaelisporda Mehmet Yılmaz’ı Fener Gençlik’ten kardeşim İsmail’i, Ladiksporda amcaoğlu Erhan Korkmaz’ı, Karaylarım Mustafa Abinin oğulları Yaşar ve İsmail abiler ve daha nicelerini. Bunların hepsi mahallenin dar sokaklarında top oynayarak yetişmiş kişiler. O zamanlar herkesin topu olmazdı. Topu olan maçta kuralı, saati ve yeri belirlerdi. Herkes topu ve sahibini beklerdi. Top sahibi de beklendiği kadar havalı olmazdı, bekleyenler de kendisini ezik hissetmezdi. Sonuçta o topun değeri de oyuncular olunca ortaya çıkacaktı. Tabi bu arada belirtelim ki her sporcunun bir özelliği vardı. Karasakal Yaşar sert ve ayak kırıcı davranışıyla, İsmail Yaşar sol ayakla topa vurmasıyla, Ahmet Yılmaz kısa boyuna rağmen kafa golleriyle dikkat çekerdi. Daha pek çok sporcu vardır. Bu anlamda Kökçüoğlu oldukça zengin bir mahalledir. Top oynayanların en büyük sorunu ise toplarının mahalle büyükleri tarafından bahçelere verdiği zarar ve çocukların gürültüsü nedeniyle kesilip atılmasıydı. O zaman büyüklere olan saygı nedeniyle de fazla ses çıkarılamaz, yeni top alınarak başka yerde maça devam edilirdi. Top almaya gücü yetmeyenler ise ya patlak topların içerisine balon koyarak şişirip kullanırdı ya da kağıtlardan top yapılırdı. Günümüzdeki gibi gerçek futbol topu herkeste bulunmazdı.

Saklambaç oyunu her yerde olduğu gibi bizde de oynanırdı. Yüz duvara dönerek biden ona kadar sayılıp “Arkam önüm sağım solum saklanmayan sobe” denilerek oynanırdı. Bu sırada herkes saklanırdı. Ebe kişi sayma sonrasında tek tek herkesi bulup koşarak saydığı yere gelip elle dokunurdu. Bu arada bulunan kişi de koşarak gelmek zorundaydı. Eğer önce gelip eliyle dokunursa bulunmuş olsa bile kazanırdı. Kaybeden kişi, bir sonraki oyunda ebe olurdu. Bazen saklanan kişiler uzun süre çıkmaz, hatta evine kaçıp yemek yerdi! Bunlar da oyunun cilveleri idi.

Komen oyunu ise erkekler tarafından oynanırdı. Bunun için herkesin bir silahı olurdu. Plastik tabanca, tahta parçası vs silahı olmayan da işaret parmağını silah olarak kullanırdı. Oyun herkesin bir yere saklanması ile başlardı. Kafa, el, kol ve ayak sayılmazdı ama vücut görüldüğü an “komen” denilirdi ve o kişi vurulmuş sayılarak oyun dışı kalırdı. Bu oyunda herkes sabit durmazdı, rakibin dalgınlığından yararlanıp yer değiştirme, arkadan dolanma, yerden sürünme gibi kovboy filmlerinden davranışlar sergilenirdi. Herkes vurulana kadar oyun sürerdi ve puanlama yapılırdı. Zaman zaman vuruldum/vurulmadım gibi ufak tartışmalar olsa da çok zevkli bir oyundu.

Dombili oyunu ise kız erkek karışık oynanan bir oyun idi. Üst üste dizilen irili ufaklı taş/kiremit parçaları ile oynanırdı. Bu oyunda önce takımlar oluşur. Bir takımın ebesi taşların başında bekler. Diğer takım sırayla topu atar ve taşları yıkmaya çalışır. Top atan takımın diğer bireyleri taşları dizmeye çalışırken ebe de bu süre zarfında yakaladığı top ile karşı takımın oyuncularına vurmak için atar. Vurulan kişi, oyun dışı kalır. Tüm oyuncular ebe tarafından vurulmadan taşlar eski şeklinde üst üste dizilebilirse, ebe tarafından vurulan oyuncular da kurtulur. İlk ebe yeniden ebe olur ve oyun tekrar başlar. Ebe tüm taşlar üst üste dizilemeden oyuncuları topla vurursa, içlerinden birini ebe seçer. Yeni ebe taşları üst üste dizer ve oyun yeniden başlar.

Üçtaş, diğer adıyla cız da en çok oynanan zeka oyunlarından birisi idi. Tebeşir veya tuğla parçası ile şekil kaldırımın üstüne çizilirdi. Durumu iyi olanlar ise bir kontrplak üstüne çizer ve sürekli kullanırdı. Kullanılan taşlar ise üç adet siyah ve üç adet beyaz taş olurdu. Ya da kiremit parçası, fasulye vs gibi malzemeler. Yere çizilen ve kenarları otuz santimetre olan bir karenin iç kenarları ile kenar ortaları karşılıklı olarak birleştirilerek oluşturulan zeminde oynanırdı. Sonra sırayla herkes birer taşını yerleştirirdi. Amaç üç taşı en kısa süre veya yoldan aynı hizaya getirmekti. Taş dizme aşamasında bu başarılamadığı takdirde dizme işi bittikten sonra sırayla çizilen hatlar boyunca taşlar yer değiştirilirdi. Üç taş bir hizaya getirilinceye değin oyun sürer, geldiği takdirde “cız” denilerek oyun bitirilir ve yeniden başlardı. Kazanan kişi puanını bulunduğu taraftaki karenin kenarına bir çizik atarak takip ederdi. Anlaşmaya göre on oyunu alan kişi kazanmış olurdu.

Erkek ve kız tavlası, hapis adı altında her yerde oynanan tavla oyunları bizde de oynanırdı. Bu konuda çok iyi olanlarla oynamak ayrıcalıktı. Tavlanın arkasında bulunan dama tahtasında onaltı taşlı dama, dokuz taşlı Çin daması da oynanırdı. Dama oynanırken “son üç taş” otomatikman dama olarak kabul edilirdi. Ancak zaman zaman bu kural anlaşmaya bağlı olarak tek taşa kadar indirilirdi. Yine dama oynayanlar belli bir sayıya kadar oynanması amacıyla başta anlaşılırdı.

Beştaş daha çok kızların oynadığı oyundu. Ancak zaman zaman erkekler de oynardı. Bu amaçla birbirine benzer beş adet taş kullanılırdı. Taşların parmaklarla toplanabilecek boyutta olmasına özen gösterilirdi. Hepsi bir avuç içinde de de tutulabilmeli idi. Karşılıklı oynanan bu oyunda oynayan kişi önce taşları eliyle atar, sonra içlerinden bir taşı seçer ve havaya atardı, her havaya attığı sırada tekrar tutmadan önce de yerdeki taşları birer birer toplardı. Sonra aynı işlemi taşı ikişer tane toplamak için yapardı. Üçlerde ise önce üç taşı bir arada toplar, sonra tek kalan taşı alırdı. En zoru dörtler idi. Çünkü küçücük elle aynı anda dört taşı birden tutmak vardı. Beşlerde ise taşları tek tek sol elinin baş ve işaret parmağı ile yere yaptığı köprünün altından teker teker geçirmek vardı. Bu aşamada oyun bitmiş ve kazanılmış olurdu. Ancak en son puanlama ilginçti. Bu aşamada taşlar havaya yavaşça atılır ve düşüne kadar el ters çevrilerek elin üst kısmında taşların toplanması sağlanırdı. Kaç taş toplanabilirse o kadar puan alınırdı. Rakip oyuncuya sıra gelirdi. Rakip oyuncu oyunun herhangi bir aşamasında taşları toplayamazsa veya alması gereken taş başka bir taşa değerse sırasını kaybeder ve rakibe sıra geçerdi.

Çelik çomak oyunu en tehlikeli oyunlardandı. Zira zaman zaman fırlayan çomak göz sakatlanmalarına neden olabilmekteydi. Bu oyunda ortada bir taş olur ve ebe elindeki çelik denilen yaklaşık bir metrelik bir sopa ile beklerdi. Karşı oyuncu ise elindeki yaklaşık yirmi santimetrelik çubuğu taşa doğru atar. Bu esnada ebe gelen çubuğu karşılayıp çelikle vurarak en uzağa fırlatmaya çalışır. Vuramadığı takdirde çomağın taşa yakınlığı çelik ile ölçülür. Çelikten fazla yakınsa ebe kaybeder ve sıra rakip takıma geçer. Çelikle vurularak çomak uzağa fırlatıldı ise çomağı havada kapan çocuk ebe olmaya hak kazanır. Uzağa düştü ise tekrar alınır ve atılır. Oyun böylece devam eder.

Tek ayak veya diğer adıyla seksek, favori oyunlardandı. Düz bir alana tebeşir veya kiremitle çizilen yaklaşık elli santimetre mesafede birbirine paralel ve bir buçuk metre uzunluğundaki çizgiler arasında oynanırdı. Çizgiler arasına birden beşe kadar rakam yazılırdı. Birler oynanırken çizgini başında duran oyuncu taşı “bir” yazılı çizgi arasına atardı. Daha sonra taşın bulunduğu kısmın üstünden atlayarak tüm bölümleri tek ayak üstünde atlayarak beşe kara tamamlayıp karşıya geçer ve sonra iki ayak üstünde ani dönüş yaparak tekrar tek ayak üstünde çizgilere basmadan taşın olduğu yere gelip eğilerek taşı alır, başlangıç noktasına dönerdi. Böylece birler tamamlanmış olurdu. Daha sonra ikiler, üçler, dörtler yapılarak beşler ile sonuçlanır ve puanını alırdı. Oyun tamamlandıktan sonra veya oyunun herhangi bir aşamasında taş/ayak çizgiye değerse, sıra rakip oyuncuya geçerdi. Daha sonraki süreçte tek ayak yöntemiyle oynanan İstanbul tek ayak oyunu da yaygınlaştı. Bunda da on sıra çizgi olurdu, ancak “beş” ve “on” sırası iki ayak basacak şekilde yan yana iki kutu olarak çizilirdi. Oyun kuralları yine aynı idi. Ancak her iki oyunda da sırası gelen oyuncu bir önce kaldığı yerden devam ederdi.

Misket/Mile/Bilye oyunu erkek oyunu idi. Ancak nadiren de olsa kızlardan da oynayanlar olurdu. Bu oyunun pek çok çeşidi olmakla birlikte en çok oynanan şekli şu idi. Her oyuncu anlaşmaya göre bir, iki, üç vs misketi verir ve bunlar bir hat boyunca yan yana dizilirdi. Bu hattın karşısına gelen yaklaşık üç-beş metre öteye bir çizgi çekilir ve herkes misketlerin yanından “ellik” dediği misketi çizgiye en yakın noktaya atmaya çalışırdı. Daha sonra misketin çizgiye yakınlığı hesap edilerek kimin önce atacağı saptanırdı. Çizgi gerisine düşenler ise yarışma dışı kalırdı. Sonra sırayla misket atılırdı. Atılan miskette ilk hedef, önceden saptanan başlangıç noktasından itibaren en baştaki miskete vurmaktır. Zira hangi miskete vurulursa ondan itibaren tüm misketler vuranın olurdu. Diğerleri de geride kalanlara atardı. Hiç kimse vuramazsa oyun yeniden başlardı.

Birdirbir, her yerde oynandığı gibi mahallemizde de oynanmıştır. Bu oyunda önce bir ebe seçilir. Ebe bir duvar yakınında, arkası diğer oyunculara dönük olarak eğilir ve bekler. Oyuncular sırayla ebenin üstüne atlar. Eğilen oyuncu çökerse takım kaybeder. Çökmezse kazanır ve sıra diğer takıma geçer. Bazen de en son atlayan oyuncu eliyle bir veya iki işareti yapar. Ebeye sorulur “bir mi iki mi”. Ebe bildiği takdirde de kazanmış olur ve ebelik sırası diğer takıma geçer.

Yağ Satarım oyunu da daha çok küçük çocuklar tarafından oynanırdı. Bu oyunda tüm çocuklar halka şeklinde ve yüzleri içe dönük olarak çömelir bekler. Ebe elinde bir mendiller halkanın dışından koşarak ve “yağ satarım” şarkısını söyler. Bu arada belli etmeden elindeki mendili bir çocuğun arkasına bırakır ve koşmaya devam eder. Çocuk mendilin bıraktığını fark eder ve alıp ebenin peşinden koşup mendille ona vurursa kazanır. Bu sırada ebe kendisine vurulana kadar koşan çocuğun boş bıraktığı yere oturabilirse kazanır, mendili bıraktığı çocuk ebe olur. Aksi halde ebe aynı şekilde devam eder.

“Önüme gelene bir tekme” sözüyle oynanan oyun ise en eğlencelilerden birisidir. Tahammül ve sabır sınırının zorlandığı, ama kimsenin kötü olmadığı oyunlardandı. İki çocuk birbirinin omuzuna kollarını atarak yürürler ve arkadaşlarının olduğu yere doğru yürürlerdi. Yürürken de nağmeli bir şekilde “Önüme gelene bir tekme” diyerek gerekli uyarıyı yapar ve tekmesini atardı. Elbette bu oyunda da nazı geçen kimselerin olmasına dikkat edilirdi.

Atçılık olarak nitelediğimiz bir oyun da basit ama eğlenceli idi. İki çocukla oynanır ve araç olarak da yaklaşık beş metrelik bir ip kullanılırdı. At rolünde olan oyuncunun boynundan ortalanan ip kol altlarından geçirilerek tıpkı at sürerken kullanılan dizginler oluşturulurdu. Diğer oyuncu bu dizginleri kullanarak at rolündeki arkadaşını sağ/sol/ileri/dur komutu gibi kullanarak sokaklarda gezerlerdi.

Çember çevirme ülkemizin dört bir yanında olduğu gibi mahallemizde de vardı. Demirden yapılmış çemberleri herkes bulamazdı. Bu durumda araba tekerlerinden kesilerek yapılmış tekerler kullanılırdı. Bir çomak yardımıyla tekere vurarak sokak boyunca çevrilir ve ileri geri giderek sokakta tur atılırdı. Ancak büyüklerimiz arabalara çarpma riski olması nedeniyle bu oyuna çok kızar ve zaman zaman tekerleri alarak evlerinin damına atarlardı. Hatta pek çok damda böyle teker biriktiği de çok olurdu. Bu konuda Terzi Fatma Ablamızın eşi Muhammed Abi ön sıralarda yer alırdı.

Oyun kağıtları ile oynamak da çocukların gözdesi idi. Ancak bunu satın almaya herkes güç yetiremezdi. Kahvehanelerde eskimiş ve çöpe atılmış, hatta yırtılmış kağıtlar ziyan edilmezdi. Bu oyunları oynarken kağıtların sayısı ve miktarı önemli değildi. Hangi kağıt varsa onlara göre oynanırdı. Bir destede altı tane vale olabildiği gibi sinek ikilinin olmaması da sorun değildi. Amaç oyun oynamaktı. Özellikle duvar kenarlarında bu kağıtlarla oynanan çocuklara çok rastlanırdı. Bu konuda kibrit kutularının renkli ve farklı üst kapakları da çok kullanılırdı. Zaman zaman oyun kağıdı gibi kullanılması yanında farklı oyunlarda da kullanılırdı. En çok kullanılanı ise karşılıklı iki kişi tarafından oynananı idi. Kibrit kutusu kağıtları sırasıyla yerden yaklaşık kırk santimetre yükseklikte duvara vurulur ve bırakılırdı. Sırasıyla herkes bir kağıt vururdu. Yere düşen kağıt birbirinin üstüne ilk değen kağıda kadar oyun devam ederdi. Kimin kağıdı diğerinin üstüne gelirse kazanır ve tüm kartları alırdı. Oyun vazgeçene kadar ya da bir oyuncunun kağıdı bitene kadar devam ederdi. Hatta kağıdı bitene kredi açılır ve borç kağıt verilerek oyun devam ederdi. Bu kağıtlar için de mahallede sürek avına çıkılır ve tüm sokaklar ve çöpler taranır, bulunan kibrit kutuları toplanırdı.

Oyun kağıdı konusunda en ilginçlerinden birisi de sigara paketi kağıtları idi. Onlar da biriktirilir ve oynanırdı. Bafra, Gelincik, Samsun, Maltepe, Asker sigaralarının kağıtları yanında yabancı sigaraların kağıtları daha değerliydi. Özellikle Kent ve Marlboro. Bu kağıtların puanı daha yüksek olurdu. Gerek kibrit gerekse sigara kağıtları ile oynanan oyunda kural olarak yere bir daire çizilir ve her oyuncu belli miktarda sigara/kibrit kağıdını daire içerisine bırakır. Sonra bu daireden yaklaşık üç/beş metre ötedeki çizgiye herkes “ellik” tabir edilen terlik veya benzeri maddeyi atardı. Çizgiye yakınlık sırasına göre atma sırası belirlenirdi. Sırayla herkes dairenin içerisine doğru elliğini atar, kağıtları daire dışına çıkarmaya çalışırdı. Daire dışına çıkarılan kağıtlar kazanışmış sayılırdı. Oyuncuların kağıdı bitene kadar oyun devam eder, kredili sistem bu oyunda da geçerli idi. Aynı oyunlar gazoz kapakları ile de oynanırdı. Bu nedenle pek çok insanın zamanla gazoz kapağı koleksiyonu bile olmuştur.

İp atlama oyunu klasik oyunlardan olarak mahallemizde de oynanırdı. Kızlı erkekli oynansa bile bu konuda kızlar daha başarılı idi. Hatta kızlar daha fazla oynardı. Bunda da takım çalışması var idi. Kaybeden takım yaklaşık beş metrelik ipi sallar, kazanan takım ise ip atlardı/zıplardı. Sırasıyla bir kere atlama/zıplama, ikiler üçler dörtler beşler diye devam ederdi. İpe takılan ise kaybederdi.

Sakızların içerisinden çıkan ve renkli basılmış artist, futbolcu, araba, hayvan vs resim kartları ise bizlerin vazgeçilmezi idi. Onları biriktirmek, seriyi tamamlamak, albüm oluşturmak ve zaman zaman dostlara göstermek çok keyifliydi. Bunun yanında oyunlarda da kullanılırlardı. İskambil oyun kağıtları ters çevrilerek üzerlerine bu kartlardan konulurdu. Kaç kart konulduysa üzerine konulan kart destesinin altındaki kartın büyüklük/küçüklüğüne göre rakipten o kadar kazanılır ya da konulan kartlar kaybedilirdi. Ayrıca rakibin arkasında karıştırılan kartlar iki elin arasında saklanarak rakibe uzatılır, rakip de kendi kartlarından istediği kadarı altına ve üstüne tutardı. Eller açılıp kartların altındaki ve üstündeki karta bakılıp rakamlar karşılaştırılırdı. Rakibin rakamı düşükse elindeki kartları verir, değilse elindeki kart kadar kartı alırdı. Kredili oyun sistemi bunda da geçerli olurdu.

Oyuncaklardan da bahsetmeden geçmemek gerek. Günümüzdeki gibi herkesin bisikletinin olması imkansızdı. Bisikleti olan şanslı ve gıpta edilen üç-beş kişi idi. Bisikleti olmayanlar kiralık bisikletler ile özlem giderirlerdi.

Plastikten yapılmış araba oyuncaklara ip takılır ve yolda çekilerek sürülür, hava atılırdı. Hele “kalkan araba” olarak nitelenen damperli kamyonlar en çok sevileniydi. Arka kısmına ip bağlanıp önden çekilerek içerisine doldurulan kum büyük bir zevkle boşaltılırdı. Plastik taksi oyuncaklar ise daha farklı değerlendirilirdi. Direksiyon şekline dönüştürülmüş bir tel üstten monte edilirdi. Direksiyon çevrilir gibi çevrilerek bir taksi edasıyla kaldırım ve sokaklarda sürülürdü. Bu arada ağız ile de gaz/fren sesi yapılırdı. Adem Çelik bu konuda en yetenekli arkadaşımızdı. Bugünkü gibi dijital oyuncakların olmadığı dönemlerde plastik oyuncak da olsa herkes sahip olamazdı.

Plastik düdükler de oyuncaklarımız arasında idi. Şimdilerde hiçbir önemi kalmasa da o zamanlar favoriydiler. Yine ortasından bir ip geçirilerek çevrilen ve çevrildikçe de ses çıkaran plastik oyuncaklar vardı. İki el arasına geçirilen ip ile yönetilen bu oyuncakları alamayanlar da elbise düğmelerini kullanarak benzeri oyuncakları yapardı. Hatta kenarları düzetilmiş gazoz kapaklarının ortasına iki delik açılarak da aynı oyuncak yapılırdı.

Bilyalı diye nitelenen, günümüz kaykaylarının atası ise Kökçüoğlunun vazgeçilmezi idi. Farklı boyutlarda yapılan ve amaçlarla kullanılan bu oyuncaklar aynı zamanda bir ticari araç gibiydi. Hele bayır aşağı onlarla kaymak ve adrenalini zirvede yaşamak anlatılamaz. Arkalarına eski ayakkabılardan fren tertibatı bulunanlar, ayna taktıranlar, koltuk yapanlar, arkasında yolcu taşıma yeri bulunanlar farklı zamanlarda çıkan modellerdendi. Pazar yerinden malzeme taşımak amacıyla kullanılan modelleri de mevcuttu.

Bunlar ve benzeri oyunlar Kökçüoğlu Mahallesinde bizlerin oynadığı ve bugünlerde anı olarak hatırladığımız güzel zamanlardır. Bugünkü dostlukların perçinlendiği, geliştiği ve elimizde kalan tek hazinemizdir. Bu oyunlar sayesinde sosyalleşildiği gibi kim bilir kaç kişi de ilk aşkını bu oyunlarda tanımış ve hala unutamamaktadır. Oyun gibi görünen tüm bu olaylar aslında bizler için bir okul olmuştur. Sayıları ve işlem yapmasını, insan davranışına göre kazanıp/kaybetmesini, oyun sonucuna göre sevinci/hüznü, borç verip/almasını, erdemi, dostluğu, arkadaşlığı, diğerkamlığı, düşmeyi/kalkmayı, yaralanmayı, kısacası hayata dair belki tüm kazanımlarımızı bu oyunlar esnasında edindik. Her zaman dediğim gibi “Bizler hayatın arta kalan en güzel günlerini yaşamız son nesiliz”… Bizden sonrakilere bu güzellikte bir hayat kalmadı artık…

0 Yorum

Yorum Yap