DİĞER



Prof.Dr. Fahri SAKAL

Âdem’in Hikâyesi

15.10.2021 18:42


Bir zamanlar bir kasabaya Âdem isimli bir yabancı gelir; kasabanın dışında bir kulübeye yerleşerek çevredeki boş arazileri ekip biçer ve ürünü muhtaçlara dağıtır. En ziyade yolculara, hastalara ve fukaraya yardım eder. Mekânına uğrayan yolcuları hem barındırır, hem de şu sözlerle çalıştırır: “Üretiminizin yarısını size, kalanını sizden sonra gelenlere veriyorum. Sizin aldığınızı sizden önce gelenlerle ürettim. Böyle üretelim ki, bu menzil her düşküne sığınak olsun.”

Bu asil düşünceler üzerine insanlar geliyor, çalışıyor ve ürettiklerini Âdem’in mekânına bırakıyordu. Zamanla hayır için dışarıdan mahsul ve para getirip bırakanlar da oldu. Yardımlar arttıkça Âdem’in mekânı büyüdü, şanı uzaklara kadar yayıldı ve insanlar ondan her şeyi bekler oldular. O artık halkın gözünde her güçlüğü halledecek, her derde deva olacak, hatta gaipten haber verecek bir ermişti. Bazıları ona “beni dergâhına kabul et; kulun-kölen olayım” diye yalvarıyor; bazıları da ondan istifadeyle insanları nasıl dolandıracaklarını düşünüyorlardı.

Halk ona böyle taparken, önde gelenler Âdem’i bir türlü sevmiyordu. Âlimler, Âdem’in ilmi hakkında anlatılanlardan hazzetmiyordu. Hâlbuki Âdem sıradan bir insan kadar okuyor, düşünüyor ve iyi fikirleri uyguluyordu. Bilenler, bildiği güzellikleri uygulamayınca, ilmiyle âmil olmayınca Âdem’in icraatı dikkat çekiyordu. Zenginler, onun cömertliğini kıskanıyordu. Hâlbuki Âdem insanları çalıştırıyor, beraberce ürettiklerini muhtaçlarla paylaşıyordu. Dindarlar Âdem’in dindarlığı ile alakalı anlatılanlardan, hekimler onun sağlık anlayışından rahatsızdılar. Gerçekte Âdem ortalama dindardı. Hekimliği hiç yoktu. Çalışan, kendisi ile barışık, kin ve haset taşımayan ve sağlıklı beslenen normal bir insandı. Ruh ve beden sağlığı için bunları insanlara tavsiye ediyor, tavsiyeleri uygulayanların içleri huzur doluyor ve rahata eriyorlardı. Hekimliği bu kadardı. Mektep hocaları Âdem’in terbiye ve ilim öğretmesini kıskanıyordu. Âdem ise gerçekte “ilim kendini bilmektir” diyor, bunun yeterli olduğunu düşünüyordu. Öğretimde sevginin önemini anlatıyor, “sevdirirsen muhatabın öğrenmeye talip olur” diyor, talebeliğin sırrını böyle izah ediyordu. Kadılar ve hâkimler de onun adaleti ile ilgili anlatılanlardan hoşnut değildiler.

Sonunda bir ramazan günü onu şehrin Ulu Camiine vaaz vermeye çağırdılar. Âdem kabul etmek istemedi, imam veya hatip olmadığını; ârif ve âlim vasıflarının bulunmadığını ne kadar anlattıysa da işe yaramadı. “İlmini ve maharetini insanlarla paylaşmaktan kaçınan bir bencil” suçlamasına maruz kalacağını bildirdiler. Mecburen kabul etti.

Şimdi Âdem neler anlatacaktı? Düşmanları onun müstakbel vaazının etkilerini silmek için iftira çarkını döndürmeye başlamış; sevenleri ise onda insan-üstü güç ve keramet vehm ettiklerinden geçeceği yolun kenarını geceden tutmuş, basacağı toprağı öpme hazırlığı yapıyorlardı. Bu hâl içinde vakit geldi. Cami yolları ve çevresi mahşerî bir kalabalıkla doluydu. Bağırışlar, yerlere kapanışlar, temennalar, bir mabuda ibadeti andıran tavırlar ve hâller… Kurban kesenler ve yoluna gül suyu dökenler arasından geçerek kalabalığın istediği gibi mağrurane bir eda ile camiye girdi ve vakur bir şekilde kürsüye çıktı. Sıcak bir ramazan ikindi sonrasıydı. İnsanlar aç, susuz ve O’nun izinde geçen son günün yorgunluğu içinde bitkin. Şimdi Âdem, ermiş ve hikmet sahibi bir insan-ı kâmil olarak karşılarındaydı. Mübarek heybesinden bir su matarası çıkardı. Önce susuzluktan dudakları çatlayan kalabalığı dehşete düşürecek şekilde su içti, sonra torbadan bir ekmek alıp onu yemeye koyuldu.

Herkes şaşkın ve sus pus olmuşken hasım âlimlerden biri:

-İşte gerçek yüzü! Riyakâr!

-Zındık, mülhid! Vurun Kâfire!

Kalabalık vahşî bir insiyakla kürsüye doğru yürürken akıllı muhasımlarından biri ‘burada Âdem öldürülürse bir kahramana dönüşür’ düşüncesiyle onu daha da yıpratacak bir müdahale düşündü:

“Ey cemaat durunuz. Neden bu hatayı yaptığını öğrenmeliyiz. Kadıya verelim, muhakeme edilsin, sonra asılsın.”

Böylece Âdem kadının huzuruna çıkarıldı. Kadı yaptığı fiilin sebebini sorunca,

“Kadı efendi, ben altmış yaşındayım. Bundan önce yaşadığım dokuz köyde duramadım. Burası onuncu köy” diye söze başladı.

“Neden oruç yedin? Onu anlat!”

“Yemedim, mataram ve ekmeğim duruyor, bakınız suda hiç eksilme ve ekmekte ısırılma yok”

Kadı bakar, gerçekten ekmek ısırılmamış, matara da ağzına kadar dolu.

“Ee, neden böyle yaptın?”

“Ben sade bir insan olarak yaşamak ve doğru işlerle insanlara yardımcı olmak istedim. İnsanlar ne yaptığıma hiç bakmadı, bende görmek istediklerini gördüler. Mütevazı niyetimi ermişlik, allamelik vs diye anlayan ve anlatanlar olduğu gibi, bu tevazuumu çıkarcılık ve yardımseverliğimi istismar gibi gösterenler oldu. Hepsi bir yana, bana bir tarafta ulûhiyet atfedenler, diğer yanda kâfirlik suçlaması yapanlar olunca artık buna dur demeliydim. Ben insanlarla birlikte üreten ve muhtaçlara yardım eden bir hayırseverim. İnsan olarak vasatî olgunluk, orta seviyede ilim-irfan ve yapabildiğim kadar ibadet hedefimdir. Ancak bir kusurum var, yanlışa tahammül edemiyor ve sert tepki gösteriyorum. Bu da bana pahalıya mal oluyor.”

“Bundan önceki köyden neden kovuldun?”

“Kovulmadım, terk ettim. Rüşvetçi bir köy idi. “Selam verdim rüşvet değildir deyu almadılar”. Fuzulî şahidimdir. Öyle bir köyde yaşanmaz, terk ettim. Şair Bülbül Hasan Andelibî köyün durumunu anlattı: “Eline zer (altın) alup varsan “efendi, gel, buyur” derler/ Eğer destin(elin) tehi(boş) varsan, efendiyi “uyur” derler.” Koca Fuzuli bunlar için “Cenneti almak olmaz akçe ile /Girmek olmaz behişte(cennete) rüşvet ile” diye yazdı.                                                     

“Ondan önceki köyden…?”

 “Gelibolulu Huzuri şöyle anlattı: “Hırlaşır bir lâşeye üşmüş nice yüz bin kilâb(köpekler) / Biz de pay almak içün geldik bu gavgaa üstüne.” İşte böyle bir köydü. Ne yapaydım?  “Bir başka köyde yaşadım ki, kadir kıymet bilmezler, hürmetsizler! Neyleyim öyle köyü,  Âmidî’nin ifadesini mırıldana mırıldana orayı da terk ettim: “Ehl-i dil ârâm eder her kande kim rağbetlenür / Gâh olur gurbet vatan, gâhi vatan gurbetlenür.”

“O gün bu gündür gurbeti vatan kıldım, hiçbir yerde kalamadım. Bakınız, Eşref Gelenbevi ne diyor? “Gözlerim ebnâ-yı âdemden o rütbe yıldı kim/İstemem ben Fatiha, tek çalmasınlar mezar taşımı”. İşte böyle demiş ârif, âlim, zâhit ve hakîm kişiler…”

“Sonuncusu bu köy. Burada insanlar beni sevdiler. Allah razı olsun. Ama sevmek yetmiyor, doğru olmak, hak edene hakkını vermek, hak ettiği kadar vermek ve insanı insan olarak görmek gerekir. Burada ihanetle ulûhiyet arasında her yere konuldum, bir tek olmam gereken insan yerine konulmadım. Zenginler debdebeleriyle beni etkilemek isteyince Baki’nin diliyle “Cihanın nimetinden kendi âbü dânemiz yeğdir /Elin kâşânesinden kûşe-i virânemiz yeğdir” mısralarını okuyarak köyleri terk ediyorum. Şimdi Mecnun geldi aklıma. Hayalî, Mecnun’un çöle sığınmasını ne güzel anlatmış: “Gördü Mecnun kim benî âdemde yok resm-i vefa/ Vardı ol divane vahşilerle ülfet bağladı.” Böylece birçok köyü terk ile tenhada uzleti tercih ettim. Başıma bu hâller geldi. Uzatmayalım, kadı efendi ver hükmünü!”

Kadı, Âdem’i suçsuz buldu: “Âdem hayır-hasenat sahibi sıradan bir âdemdir. Onu baştan çıkaran bu cemiyetin ise cezalandırılması elzemdir. Bunun için Âdem’in köyden sürülmesi caizdir.” Âdem sürgün kararını duymadan insanların yaşamadığı diyarlar aramak için köyü terk etmişti.