DİĞER



Ali KORKMAZ

Kökçüoğlu Mahallesi denilince

05.05.2022 10:21


Anılar yaşandıkça değil, yaşlandıkça anlam ve değer kazanır. Kökçüoğlu Mahallesi de anılarımızın merkezi, hatta ta kendisidir. Her yazıda ayrı bir yönü ayrı bir güzelliği ön plana çıkar, yazıldıkça çoğalır ve okuyanıyla ortak paydası genişler. İçinde yaşayanlar ve yaşananların her biri ayrı bir yazı konusu iken bir yazıda herkesi veya her şeyi anlatma kısıtı vardır. Biz yine bu yazımızda eksik kalan veya üzerinden geçilirse anıların canlanacağı bir şekilde anlatmaya devam edelim.

Kökçüoğlu Mahallesi denilince Oruçbey Caddesinin özel bir yeri vardır. Herkesin bildiği ismiyle Çiftlik Caddesi olan İstiklal Caddesi Samsun için ne ise, Oruçbey Caddesi de Kökçüoğlu Mahallesi için odur. En geniş ve canlı olmasının yanında en güzel caddesidir. Şimdilerde mahalleden İkinci Bulvar Yolu geçmiş olması onun önemini kaybettirse de bir nesil, hatta iki nesil için hala Oruçbey Caddesi bir numaradır. Herkesin yolunun düştüğü, kahvehanelerin olduğu, kasap ve bakkalların yoğun bulunduğu, hatta 6 numaralı belediye otobüs hattının geçtiği yegâne caddedir. Elektrik tellerinin bulunduğu dönemde uçurtmalarımızın takıldığı, rüzgârlı günlerde tellerin birbirine çarparak çıkardığı kıvılcımları seyrettiğimiz, minyatür kale maçlar yapıp elimizde sanayağı sürülmüş ekmeklerle top peşinde koştuğumuz, kaldırımlarında oturarak çekirdek çitlediğimiz ve daha neler neler… Ve elbette ki ilklerin yaşandığı…

Arnavut taşlı sokak döneminden asfalt dönemine geçtiğimiz günlerde yola serilen ziftlerin giysilerimize bulaşması, ziftin kokusu, çalışanların bağrışması, top oynayacağımız alanın dümdüz olması o günlerden hatırda kalanlardan. Asfaltın gelmesi ile hayatımızda çok şey değişti. Bir o kadar da aldı götürdü.

Çocukluk dönemimizde mahallemizde/evimizde elektrik yok idi. Gaz lambasında ders yapılırdı. Sonraki yıllarda da elektrik geldi ama kesintiler çok olurdu. O dönemde de yine gaz lambası kullanıldı. Lüküs diye tabir edilen tüple çalışan ve daha çok aydınlık veren ışık kaynağı ise zengin sayılanların aydınlatma aracıydı. Gaz lambasından çıkan islerle kâğıtlarda resim benzeri şeyler yapmak en büyük zevklerdendi. Gaz lambasının yetmediği durumlarda mum ışığı kullanılırdı. Ellerimize mum damladığında acımasını da unutmayalım.

Çocukluğumuzda oyun parkımız olmadığı için cadde oyun alanımızdı. Top oynardık, seksek oynardık, bilyalı diye nitelenen yapma tahta arabalarla kayardık. Akşama kadar hiç yorulmadan oynar, koştururduk. Akşam olunca eve dönüş işareti akşam ezanı idi. O saatten sonra sokağa çıkamazdık. Ancak akşam oturmalarında kapıda oturabilirdik. Kaldırım taşları da oyun alanımız idi. Özellikle karşılıklı oturularak oynanan beştaş oyunu favori idi. Hatta bu oyuna çok hasta olanlarının kendi özel taşları olurdu. Erkek çocukları için top, silah ve araba en önemli oyuncaklardı. İçine su konularak fışkırtılması suretiyle kullanılan plastik tabancalar, mantar tabancaları çok sevilenlerdi. Ancak mantara C şeklinde yapılan tel takılıp  patlatılması da ayrı bir zevkti. Hele arkası dönük bir kişiye onunla şaka yapıp korkmasını sağlamak, gülmek için yeterliydi. Çatpat ise ayrı bir eğlence idi. En küçük parçasına kadar patlatmak için her şeyi yapardık, ziyan etmezdik. Kağıttan uçurtma bedava olduğu için genelde onu yapardık. Tahtalı dediğimiz uçurtma ise emek ve para isterdi. Ve Oruçbey Caddesinde bunları uçururduk. Burada her ne kadar Oruçbey desek de aslında tüm Kökçüoğlu’nda ve Samsun’un diğer mahallelerinde de aynı yaşam vardı.

Yaz gelince hemen hemen her çocuk Kuran kursuna giderdi. Sarı renkli Kökçüoğlu Camiinde eğitim verilirdi. Eğitim sonunda Kuran okumaya geçilirdi. Bu önemli bir aşamaydı. Hatta Kuran aşamasına geçtiğimde ilk Kuran’ımı Samsun’un eski esnafından rahmetli Enver Çebi hediye etmiştir. Her Cuma akşamı anneanneme gelerek Yasin okur ve evine geçerdi. Evi de Eski Mezarlığın Unkapanı tarafındaki çıkıştaydı. Tam bir beyefendi ve her şeyiyle örnek bir insandı.

Kökçüoğlu Mahallesinde büyüyen hemen hemen herkes ömrünün bir kısmını ya Emrullah Efendi İlkokulunda ya da eski adıyla Devrim Lisesinde geçirmiştir. Okulun alt katı 10 Kasım ve ulusal bayram törenlerinde kullanılan malzemeler ile doluydu ve penceresinden onları seyretmek de ayrı bir zevkti. Zeminleri tahta kaplı olup her dönem simsiyah ziftle kaplanırdı. Sobayla ısınma sağlanırdı. İki katlı idi ve 4. Sınıfa gelinceye kadar üst kata çıkamamıştık. Duvarlarında eski Türk büyükleri ve merdivenin tam karşısında Atatürk’ün Kocatepe’deki resmi vardı.

Meşhur öğretmenlerimizden Ramiz Beyi unutmam. Benim öğretmenim Suzan Kocaman idi. Daha sonraki süreçte Naile Karaçal okutmuştu. Son yılımı ise 30 Ağustos İlkokulunda tamamladım. Okula giderken her defasında Sırrı Akalın Sokak’tan geçer Maidenin Çeşmesinin oradan devam ederdik. Üzerimizde siyah önlükler ve sol göğsümüzün üzerinde okul arması olurdu. Herkes tek tip giymek zorunda idi. Saçlarımızın traşlı olması şarttı. Aksi halde okula girişte yapılan kontrollerde uzun saçları olanlar “trenyolu” tıraşı olurdu. O zamanlar çok rencide edici bir ceza idi. Mecburen saçları tıraş etmek zorunda kalırdık. Her pazartesi günü tırnak kontrolü olurdu. Ellerimizi mendiller üstüne koyarak sıranın üzerinde tutardık. Ve tabii ki süt tozundan yapılma kendine has kokusu olan süt ve ekmek dağıtımı. Sınavlarda başarılı olan öğrencilere kalem hediyesi, çok güzel bir uygulama idi. Cetvel veya kızılcık sopası ile dayak atmak o zamanlar vardı. Ders aralarındaki teneffüste kendine has kokusu olan kantine koşulur, simit ve gazoz alınırdı. Ya da demir kapının dışından satış yapan satıcılardan alışveriş yapılırdı. Dersler bitince karaböcekler gibi mahalle aralarına dağılırdık! Tatillerde tatil kitabı okumak en büyük eğlence idi. Şimdiki gibi yoğun bilgi yüklemesi yapılmaz, eğlendirirken bilgi tekrarı yapılırdı. Zaten tatil süresince evdeki ve bahçedeki işlere yardım yapılırdı. Şimdiki gibi ergen tripleri yapmak aklımıza bile gelmezdi.

Mahalledeki yaşam da çok renkli idi. Mahallemiz her türlü etnik yapıdan göç alan yerdi. Ancak hiçbir ötekileştirme, aşağılama vs yaşamadık. Herkes dost canlısı idi. Herkesin geldiği yer “ayrıştırma sıfatı” değil “tanımlama sıfatı” olarak kullanılırdı. Gilimalı Yusuf, Kizirnoslu Ali, Çarşambalı Melek vs. Bazılarının ise mesleği ön plana çıkardı. Ayakkabıcı Hüseyin, İğneci Temel, Tahsildar Ahmet, Katip Mehmet, Bakkal Ahmet. Velhasıl herkesin tanımlanması için muhakkak isminin yanında bir sıfat olurdu. Tanımlamada baba adı da sık kullanılırdı. Sami Çavuşun çocukları, Faik Çavuşun çocukları, Ali Çelik’in çocukları. Aslında bu sıfatlar bir zenginlik iken maalesef terkedildi. Sonraki dönemde ise gençler arasında lakap takma modası başlayınca yeni bir süreç yaşandı. O zaman bu sıfatları ve lakapları kullanmadığınızda tanımlama eksik kalırdı ve tanınmazdı.

Eve gelen su ve elektrik tahsildar memuruna yapılan ağırlama ise ayrı bir konu. Hemen sandalye verilerek oturması ve faturayı rahat yazması sağlanır, varsa ikramlarda bulunulurdu. Şimdiyle kıyaslamak ise imkânsız. O zamanlar devlet memuru olmak çok havalıydı. Saygıda kusur edilmezdi. Doktorlar eve gelince ise tahmin bile edemezsiniz. Özel arabayla alınır getirilir, muayene sonrası tekrar özel arabayla bırakılırdı. Evdeki havası ise daha başka. Ama buna rağmen güzel günlerdi.

Evlerin çatısı kiremit veya sac olduğu için her yağmurda bir yerinden muhakkak su damlardı. Bu nedenle, yağmur yağdığı günler misafirlikte olunsa da eve erken dönülür. Leğen, tencere vs kullanılarak evin ıslanması önlenirdi. Kışın soba yandığı dönemlerde de sobalardan akan isli suya karşı önlem alınırdı. Sanki yara bandı yapıştırılır gibi bezler boruların birleşme yerine sarılırdı. Bazen birleşme yerlerine teneke kutu asılarak isli suyun tenekede birikmesi sağlanırdı. Hele tıkanan boruların dumanı çekmeyerek içeriye duman vermesi yok mu, mahvederdi bütün evi. Soğuk kış günlerinde çocuk olmak güzeldi. Bu sıkıntıları biz elbette ki yaşamazdık. Camlarda oluşan buharları yazı tahtası veya tuval gibi kullanır eğlenirdik.

Sofralarımız bugünkü kadar zengin değildi ama çok bereketli idi. Hiçbir zaman aç kalkmazdık. Ekmek yanında zeytin ve peynir varsa yeterliydi. Diğerleri olursa ne ala. Hele sucuk yemek için epeyi şanslı olmak lazımdı. Kangal şeklinde alınması çok zordu. Bakkal Ahmet Abiden 50 gram, 100 gram gibi alınırdı. Ancak o kadarcık sucuğun kokusu bile doyururdu. Şimdikilerin kangalının tamamında o kokuyu bulamazsınız. Yine muz da aynı durumda idi. Muzu daha çok zengin kesim yiyebilirdi. Muz gelmesi demek, sürprizdi. Ama şunu belirtmeden geçemeyeceğim. O koşullarda yenilenlerin tadı ve hazzı şimdi hiçbir şeyde yok. Nestle çikolatayı da bahsetmeden geçemeyeceğim. En kaliteli çikolata. Bunu da siz tahmin din…

Cumartesi günleri Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinin önündeki yolda pazar yeri kurulurdu. Tüm mahalle o gün alışverişe giderdi. Özellikle kadınlar alışveriş yapardı. Evin tüm sebze ve meyve ihtiyacı haftalık olarak karşılanırdı. Hatta salça ve turşu sezonunda çuval ve kasalarla alışveriş yapılırdı. Daha sonra evlerin önünde veya yanında büyük kazanlar kurulur imece usulüyle kilolarca turşu ve salça yapılırdı. Küplerin içerisinde fasulye ve domates turşusu yapmak, salçaları önce bekletip yumuşaması sağlanıp sonra ilistirden geçirmek ve taş altına konulan bez torbada fazla suyunu uzaklaştırmak yapılan teknik uygulamalardı. Teknolojinin gelişmesi ile tüm bu olaylar bitti. İnsanoğlu rahatladığını zannetti. Oysa bunun karşılığında sağlıklı beslenmesini kaybettiği gibi işsizlikten boşa düşerek psikolojik sıkıntıların da yolu açıldı. Hatta kaldırımlara oturarak hem sohbet eden ve dertleşen hem de elişi ören kadınlar, bir müddet sonra her şeyi parayla almanın sonucunda stres atacak en önemli argümanlarını yitirdiler. Elbette ki sonuç yine olumsuz. Ne yazık ki teknoloji sağladığı kolaylığı böyle geri alıyor. Farkına varana kadar da iş işten geçiyor.

Mahallemizde cenaze olunca sanki her tarafta olmuş gibiydi. Yakın komşu ve akraba saygısından dolayı düğünü varsa erteler. Mecbursa eğlenceyi en aza indirir. Hatta gelir cenaze sahibinden izin alırdı. Cenaze evinde yemek pişmez, tüm komşular yemek yapar cenaze evine getirirdi. Hep birlikte organize olunur ve cenaze işleri bitirilirdi. Cenazenin çıktığı evin kapısında mümkünse on beş gün süreyle ışık yanar ve ölünün ruhunun oraya geldiğine inanılırdı. Cenazenin gömüldüğü gece, yedisinde, kırkında ve elli ikisinde okuma ve helva dağıtımı yapılırdı. Ölen kişi ile o kadar yakınlık kurulurdu ki bu günlerde de ölünün ruhunun eve geldiği düşünülürdü. Bu inanış da yaşama ayrı bir renk ve heyecan katardı.

Ramazan gelince mahallede ayrı bir telaş yaşanırdı. Önceden imece usulü ile yufkalar açılır, makarnalar hazırlanırdı. Her akşam iftara bir saat kala erkekler fırına gider ve yumurtalı pide alırdı. Elbette yoğunluktan dolayı sıra olurdu. Hem iftar öncesi sohbet olurdu hem de tatlı bir yarış. Her ne kadar bir curcuna olsa da sonuçta herkes ihtiyacı olan pideyi alırdı. İftar topunu beklemek ayrı bir heyecandı. Top atar atmaz herkes yemeğe koşar, mahallede in cin top oynardı. O zamanların en tartışılan konusu ise, hoca mı topa tabi, top mu hocaya tabi idi. Bu nedenle tereddüt olurdu ama sorun edilmezdi. Sofralar elbette ki mükemmeldi. Pide bulunan sofralar bulunmayana göre çok şanslıydı.

Yemekten sonra erkekler kahveye gider ve sahura kadar oyun oynar, sohbet ederlerdi. Çocuklar ise sokağa çıkar oynardı. Her yer cıvıl cıvıldı. Teravih saatine doğru kadınlı erkekli gruplar camiye giderken ayrı bir heyecan olurdu. Bir de dağılırken. O zaman da en hızlı kıldıran imam makbuldü. İşleri biten kadınlar da bir müddet sonra kaldırım sohbetlerine eşlik eder, ramazanın keyfini çıkarırlardı. Sahurda en çok sevilen kadayıf tatlısı ile etli yufka böreği idi. Kuru üzüm hoşafı da vazgeçilmezlerdendi. Sahur sonrası sabah namazı beklenir ve kılınarak yatılırdı. İnsanların o zamanlar en büyük eğlencesi televizyon programları idi. İftarda dinsel ağırlıklı programlar, sonrasında ise Ramazan eğlencesi ağırlıklı programlar olurdu. Meddah, Hacivat-Karagöz, Kanto, Direklerarası ve daha fazlası. TRT tarafından yapılan programlarla Ramazan keyifli geçerdi. Bayramlarda ise namaz sonrası bir telaş ve heyecan. Çocuklar bir gün önceden en güzel giysileri başucunda yatmış, sabah olunca hemen giyivermiştir. Evleri dolaşarak bayram kutlaması ve şeker ikramından yararlanırlardı. Yüzler güler bir şekilde tek tek bayram kutlarlardı. Büyükler gerçekten ziyaret edilir gönül alınırdı. Şimdiki gibi adet yerini bulsun, ayıp olmasın, gelmedi demesin, sitem olmasın diye değildi.

Kökçüoğlu Mahallesi işte böyle yaşanmışlıkların olduğu yer. Bir mahalle yaşamını anlatmak elbette bu sayfalara sığmaz. Ancak Kökçüoğlu Mahallesi özelinde anlatılan bu yaşantı aslında ülkemizin dört bir yanındaki yaşamdan bir parçadır. Eksiği vardır, fazlası yoktur. Her yerde benzer yaşamlar vardır. Ancak bizler farklı olduğumuz anları öne sürerek “Biz farklıyız” deriz. Oysa herkeste bir farklılık vardır, ancak paydalar ortaktır. Hele Kökçüoğlu gibi gelir düzeyi düşük insanların çoğunlukta olduğu bir mahallede bunlar yaşanır. Ama iyi yaşanır, mutlu yaşanır. Her ne kadar gelir düzeyi yüksek olanlar iyi yaşıyor gibi görünse de “mutluluk katsayısı ve özgül ağırlığı yüksek olan hayatlar” Kökçüoğlu Mahallesi gibi yerlerdedir. İnanmak zorunda değilsiniz. Çünkü bu mutluluk yaşanarak ya da yaşarken kaybederek anlaşılır…