• Samsun
  • Son Güncelleme 02:34

Bu gönderiyi paylaşabilirsiniz!

Vaktiyle Hamburg’un planlamasında sorumluluk üstlenen mimar Oelsner İstanbul’da verdiği şehircilik dersinde bir gün öğrencilerine şu soruyu sorar:

“Bana söyler misiniz Türk halkı ne yapmalıdır?”

Yaklaşık elli talebe on beş dakika boyunca şunu ya da bunu yapmalıdır şeklinde çeşitli cevaplar verir. Sonunda cevabı vermek için araya giren Profesör Oelsner: Dua etmelidir, der.

Talebelerinin gülme seslerini bölen Oelsner, yeni bir soru daha sorar:

Türk halkı ne için dua etmelidir?

Yine önce cevapları dinler ve ardından şöyle söyler:

Belediyelerin kasalarındaki imar planlarını tatbik edecek yöneticiler çıkmasın diye dua etmelidir. Eğer bu imar planları tatbik edilirse bu ülke birkaç asır belini doğrultamayacaktır.

Talebelerinden birisi de Turgut Cansever olan profesörün açıklamaları zihnimi çocukluğuma kadar götürdü. Çocuk aklımla ettiğim dualar ezberlediklerimden öteye geçmezken hafızamda çeşitli konularda büyüklerimden duyduklarım yer ediyordu.

İmar planlarının ne şekilde yürütüldüğü bugün hazin bir fotoğraf olarak duruyor önümüzde.  Çocukluğumun Samsun’u ile yetişkin yıllarımın kenti arasındaki açıyı bir pencereden şöyle özetleyebilirim:

Balkona çıkıp etrafa baktığımızda ki bir etraf vardı. Öncelikle bir sağımızda diğeri solumuzda iki camiyi görüyorduk. Güneşin doğuşunu, dağlardaki karı, bir boydan bir boya yükselen gökkuşağını, panaromik açıyla gökyüzünü, yük boşaltan gemilerin gelişini, yük dolduran gemilerin gidişini, kiraz ağacına tırmanan kediyi, çam fidanımızın büyümesini, ters dönmüş kaplumbağayı çeviren Ahmet Amcayı, babamın arabasının sokak başından dönüşünü, kavak ağaçlarının yanındaki gülleri, lahana toplayan Ayşe teyzeyi, saklambaç oynayan arkadaşlarımı, komşularımızın evlerini ve hepsinden öte ferahlığı görüyordum.

Şimdi aynı balkona çıkıp baktığımda tüm bu saydıklarımın hatırası kaldı sadece. Biz oyun oynarken oldu her şey. Önce usul usul bahçeler gitti. Bizimle birlikte büyüyen çam fidanımız bizden habersiz kesildi bir sabah vakti. Sonra yavaş yavaş sekiz, on katlı binalar yapılmaya başladı yok olan bahçelerin üzerine. Yavaş yavaş çocuk sesleri kaybolmaya, komşudan komşuya gönderilen tabaklar azalmaya başladı. Derken burnumuzun dibine kadar uzandı dev binalar. Kaçacak yer kalmamıştı artık. Oysa arz Allah’ındı, yeryüzü epey genişti ve hepimize yeterdi. Ancak her insanın nefes alma, beton yığınlarına değil yeşile bakma, dağların da bizi sevdiğini duyma, gökyüzüne doyasıya bakma hakkı ihlal edilmişti.

Büyüklerimizin konuşmalarından hatırladıklarıma göre şu an üzerinde yaklaşık on beş büyük bina bulunan alan şehrin imar planında park ve pazar yeri olarak görülüyormuş aslında. Doğrusu şehrin girişine yakışan bir planmış. O olmuş ya da bu olmamış değil artık mesele. İçimizde büyüyen dert gelenekten ve estetikten yoksun bir mimariye mahkum oluşumuz.

Malum olduğu üzere imar planı, yaşama uygun hale getirilecek yerdeki yapılaşmanın çevre, fen ve sağlık şartlarına uygunluğunu sağlama amacıyla düzenlenen bir belge şeklinde tanımlanıyor.

Profesör Oelsner’in tarzına atıfla “Türk halkının yaşama uygun imar planı şartları için ne yapması gerekir” sorusunu bırakalım zihinlere ve bir yolculuğa çıkalım.

Müslümanların ilk kurdukları şehirler için kaynaklar Kufe, Basra, Fustat ve Bağdat’ı işaret ediyor. Zikredilen şehirler gerek konumu gerek planlaması itibariyle bir takım özelliklere sahip.

Ana yolların uzunluğu, sokakların genişliği, camilerin konumu, evlerin arasındaki mesafe, gelip geçene yük taşırken aman eziyet olmasın hassasiyeti gibi insani vurgu taşıyan özellikler bunlardan bazıları.

Sokak ve caddelere isim verme geleneği de bir diğer özellik. Bu geleneğin Araplarda cahiliyeden beri var olduğu bilgisine ulaşıyoruz. O bölgede oturan birisine, bir esnafa ya da bir hatıraya göre yapılmış isimlendirmeler. Yani sokağa dahi bir kişilik verilirken varın şehri hesap edin.

Sonra evlere girerken izin isteme adabı var bir de. Kur’an evlere girerken selam vermeyi ve izinsiz girmemeyi emreder. Nebiyi Zişan ise “üç kere izin isteyin, cevap verilmezse dönün” talimatını kapı çalma adabı için veriyor. Allah resulü ayrıca evlerin önünün ve sokakların temiz olmasını da hatırlatıyor.

İşte kültürümüzün kodlarında bu denli ehemmiyet veriliyor şehre ve şehrin insanına.

İnsan tarafımızı canlı tutacağımız bir başka değer ise komşu. Komşuluk ilişkilerine dair detaylar Allah resulünün örnekliğinde mevcut.

İslami prensiplerde yer alan manidar bir madde ise şu şekilde:

“Ev komşunun rüzgârını kesecek şekilde inşa edilmemelidir.”

Profesörün cevabına gülen talebeler gibi gülmek geliyor içimden ancak hazin hazin oluyor bu. Akabinde şehrin evlerine gösterilen hassasiyet böyleyken kişiliğini kaybetmiş evlerin şehri ne durumda sorusu hücum ediyor benliğime.

Yalnız prensipteki zarafete bakar mısınız? Ne çok detayı vurguluyor, üstelik sadece rüzgâr değil mesele.

Hasılı şehir mevzusu uzun olduğu kadar bir hayli karışık görünüyor. Kısa ve anlaşılır cümleler kurabilirsek eğer bir sonraki yazıda devam etmeyi umuyorum.

Bir diyalog:

Seni hangi mimar çizdi çok merak ettim doğrusu.

Kim çizdi bilmiyorum fakat alelacele yetiştirdiklerini hatırlıyorum.

Önceden ne vardı senin durduğun yerde biliyor musun?

Nereden bileyim, yeniyim ben buralarda.

Benim arkadaşım vardı tam orada. Çok asil bir çam ağacıydı kendisi. Zaten bir ben kaldım burada yeşillik adına.

Bir dua:

Her sabah pencereyi açtığımda çocukluğumun üzerinden yükselen binaları değil gökyüzünü doyasıya görebilmeyi, dağlara selam verebilmeyi, ağaçlara tebessüm edebilmeyi diliyorum.

1 Yorum

  • Mustafa Öner Görseli

    Mustafa Öner, 17.03.2021 12:27

    Şehre dair, insana dair, çevreye dair daha gür seslere ihtiyacı var dünyanın. Şehre dair kahırlarımıza dokundunuz. Belki duyanlar çıkar, seslenmeye devam edin!

Yorum Yap