SON DAKİKA HABERLERİ
  • Samsun
  • Son Güncelleme 07:30

Bu gönderiyi paylaşabilirsiniz!

Doğmak ve ölmek arasında yaşamak kaderi olan insanoğlunun bu iki kilometre taşı arasında yaptığı en temel faaliyet beslenme, yani doyma işlemidir. Yaşamın “olmazsa olmaz” düzeyinde ilk, tek ve en önemli koşuludur. Diğer tüm gereksinimler doyma eylemi sonrasında veya çerçevesinde anlam kazanmaktadır. Can güvenliği olgusu dahi beslenme merkezli yaşam döngüsünün merkezinde vardır. Bu nedenle insanlar nerede doğarsa doğsun, ne amaçla olursa olsun doyduğu yerde bulunmak durumunda, hatta zorunda kalmışlardır. Bugün dünya üzerinde bulunan tüm insanlar, insanlığın var olduğu milyonlarca yıllık süreçte besinin veya güvenliğin olduğu yerlere bu nedenle göç etmişlerdir. Bu anlamda hiç kimse yaşadığı mekânın yerlisi ve asli sahibi değildir. Zaman zaman içgüdüsel mülkiyet edinme ve kazanma hırsına kapılarak nefsini ilah edinmesi ve yaşadığı yerin tanrısıymış gibi hareket etmesi bu durumu değiştirmemektedir.

İnsanoğlu, evrenin tarihine baktığımızda bir nokta ölçüsünde dahi sayılmayan ömründe, sanki milyonlarca yıldır bu topraklarda hüküm sürüyormuş gibi bir güvenle hareket etmekte, kendi dışındaki bireyleri sonradan türedi görmektedirler. Bu nedenle, bulunduğu mekânda yaşam sürdüğü süreye bakarak kendisini bu yerlerin asli sahibi gibi görenler, insanlık tarihi başta olmak üzere biyolojik ve sosyolojik evrimsel bilgiden nasibini alamamış, bu konuların cahili olanlardır. Bugün adı sanı duyulmayan Lidyalılar, Frigyalılar, Pontuslular gibi pek çok kavmin tarih sahnesinden birden ortadan kalktığına, yerlerine kendilerinin geldiğine inanacak kadar saf denilebilecek anlayışa sahiptirler. Tarihte bu insanlarla karşılaşılmış, karşılıklı evlenmelerin olduğunu, ırklar veya kavimler arası çapraz karışımların olduğunu hesap edemeyecek kadar sığ düşünmektedirler. Irkçı olmadıklarını belirtecek düzeyde insanlık örneği sergileyen bazı insanlar, sanki Anadolu’da yaşam süren sadece Türklermiş gibi bir yaklaşım içerisine girmektedirler. Oysa Anadolu, Türkler başta olmak üzere pek çok kavime yurt, her türlü kültürel ve etnik varlığa merkez olmuştur. Bugün gelinen noktada kendisini bir bölgeye, şehre veya ilçeye nispetle yerlisi ve gerçek sahibi gibi görerek insanları “masum” bir şekilde bölenler, bu gerçeği unutmamalıdırlar. Böyle tehlikeli bir süreci öne sürerek zihinsel, siyasal veya kültürel bölünmeyi gündeme getirenler, Anadolu’nun eski kavimlerinin Türk olup olmadıklarını sorgulamayı da gündemlerine almalıdırlar. Bu durumda düşecekleri çıkmazı da göz önünde tutmalıdırlar. Uluslaşma çalışmasının temelinde yatan faktör, Anadolu coğrafyasındaki farklı dinsel, kültürel, siyasal ve etnik unsurları bir arada tutmak amacıyla ulus bilinci oluşturmaktır. Tarihsel geçmişimiz bunu göstermektedir. Irksal olarak kendisini Türklere yaslandıran bir anlayışın sahipleri, bulundukları ilde yerli-yabancı ayrımına gitmeleri kaçınılmaz olarak tartışmayı bu noktalara kadar götürmek zorundadır. Başka bir ifade ile bir ilin veya ilçenin asli unsuru veya yerlisi olduğunu kanıtlamanın temel argümanı, burada ne kadar süreden beri ikamet eden bir ırk veya kavmin mensubu olduğunu kanıtlamaktan geçmektedir. Zira yüz yıldır bu il veya ilçede yaşayan, on yıldır yaşayana göre kendisini burasının yerlisi saydığı durumda yüz elli yıl yaşayana göre kendisi de bu hakkını elinden kaybedecektir. Bu kısır tartışma ilkçağlara kadar gidecek saçma sapan bir yaklaşım şeklidir. Türk olup olmamaya kadar varacak bir tartışmanın zemini böyle hazırlanmaktadır.

Dünya üzerinde hiçbir ırk veya kavim bir yerin asli unsuru değildir. Afrika’nın Rift Vadisinden başlayan insanlık serüveni, dünyanın dört bir tarafına yayılmayla sonuçlanmıştır. Yapılan savaşlar sonucunda da birbirlerini yurtlarından etmişlerdir. Galip gelen, yurdun yeni sahibi olmuş ve ne kadar uzun süre bu yurdu elinde tuttuysa kendini burasının o derece yerlisi saymıştır. İlahi bir kanun ve emir olmayan bu konularda süreç içerisinde gelişen bakış açısı her türlü ilahi emrin önüne geçmiştir. Bugün gelinen noktada insanlar kendileri ve rakiplerinin güçleri oranında böyle bir yaklaşıma girmişlerdir.

Günümüzde mahalle düzeyinde başlayan, ilçe düzeyinde devam eden, il ve ülke düzeyinde ırkçılık veya kavmiyetçiliğe yol açan bu bakış açısı, bir ülke halkını küçük parçalar halinde bölmüş, yeri geldiğinde birbirine düşman haline getirmiştir. Ortak düşmanlarının nezdinde bu bölünmüşlük ve farklılıklarının hiçbir değerinin olmadığını dahi anlayamayacak düzeye indirmiştir. Bu bölünmüşlük, egemen iç ve dış güçlere karşı yapılması gereken birlikteliğe darbe vurmuş, bir araya gelinerek yapılacak atılımlar engellendiği gibi düşmanlara kolay lokma olmanın da yolunu açmıştır. Siyaset bilim çerçevesinde mevcut kitlenin oyunu almak için mikro milliyetçilik tezgâhını işletenler, kendilerini destekleyen mevcut populasyonun isteklerine cevap vermeyi ilke edinen sığ düşünceli insanlardır. Kendilerini iktidara veya gelmek istedikleri makama taşıyacak olan her türlü argümanı kullanmayı ilke edinen bu insanlarla, onlara kandırılma olanağını sunan seçmen veya hemşerilerin birbirlerinden farkları yoktur. “Çamurdan olsun bizden olsun!” mantığıyla kendilerine hizmet edecek olan kişileri seçenler bir müddet sonra “Bize hizmet etmedikten sonra neye yararlar!” diyebilmektedirler.

İlimiz bağlamında bu olayı ele aldığımızda aynı durumu görmekteyiz. Samsunlu olmak ifadesinin neyi temsil ettiğinin net ortaya konulmadığı karmaşa ortamında, bu kavram üzerinden siyaset ve hemşericilik yapanlar bölünmüşlüğü körüklemektedirler. Karadeniz’in en çok göç alan ve diğer şehirlere göre gelişme trendi yüksek olan Samsun, bu konuda çok güzel bir laboratuvardır. Kavaklı veya Çarşambalı olmak önemli bir ayrıcalık veya bu topraklar üzerinde en çok söz hakkına sahip olmak gibi algılanmaktadır. Milyarlarla ifade edilen insanlık alemi içinde bir nokta kadar önemi olmayan bir nüfus ve toprak yapısıyla kendini ifade etmeye çalışan bu kesim, aslında dünya için hiçbir önem arz etmemektedir. Küreselleşen dünyada isimleri bile okunmamaktadır. Ancak bulundukları kısıtlı alanda kendilerini çok önemli gibi görmektedirler. Bu olay dünyadaki benzer her yer için aynıdır. Samsunlu olmayı kendilerinden ibaret gören bir yaklaşımla hayat süren bu kesim, ne kadar hatalı olduğunu bir başka şehre, hatta ülkeye gittiği zaman fark etmektedir. Gittiği yerde kendi ilçesinin hiçbir öneminin olmadığını yaşamın bazı gerçekleri ile karşılaştığında anlamaktadır. Bu sefer bulunduğu yerde Samsunlu olmak kavramını öne çıkarmaktadırlar. Hem de içeriğine ve tanımına bakmaksızın, önceki tanımlamalarını yalanlarcasına daha farklı bir tanım geliştirerek. Başka bir ülkeye gittiğinde ise Samsunlu olmanın da hiçbir öneminin olmadığını, Türk veya Türkiye’den olmanın daha da önemli olduğunun idrakine varmaktadırlar. Ancak eski yerlerine döndüklerinde tekrar ilçe düzeyinde mikro milliyetçilik yaparak eskiye dönüş yapmaktadırlar.

Aslında sorun, dünyadaki düzeni kavrayamamış, yaşadığı akvaryumu okyanus zanneden balık hafızalı insanların bakış açısıdır. Bu durumu aşmış olanlar için Kavaklılık, Samsunluluk, Trabzonluluk gibi kavramlar toplumsal ve kültürel bir güzelliktir. Hatta küreselleşen dünyada bu kavramlar ve içeriğini dolduran yapılar, ekonomik getirisi olduğu oranda marka değeri taşıyan unsurlardır. Böyle bir yapı içerisinde değerlendirilmesi mümkün olmayanlar ise sadece bireyin kendisini tanımlamasında kullanılan, karnını doyurmayan, seçim zamanlarında oy deposu olarak istenilen noktaya bireyi yönlendirmede kullanılacak birer araçtırlar.

Günümüzde insanlar için doyduğu yer önem arz etmekle birlikte sosyal yaşamın bir gereği olarak aidiyet duygusunu tatmin etmek, aynı kültürel ortak paydayı paylaştığı insanlarla dayanışma içerisinde olmak, kendini güçlü hissetmek, şehirleşme ve modernitenin yalnızlaştırma duygusundan kurtulmak için doğduğu yeri de unutmamaktadırlar. Bu durum insan doğasına da uygundur. Sorun olan, doğduğu yeri ve ait olduğu kültürü aşırı şekilde öne çıkararak doyduğu yeri aşağılaması, yok sayması veya önemsememesidir. Bu tip bir yaklaşım doğru olmadığı gibi böyle davrananları öne sürerek karşı yaklaşımlar da bulunmak da doğru değildir.

Almanya’ya çalışmaya gidenlerin o ülkenin menfaatlerine zarar vermeyecek şekilde çalışmaları esastır. Almanya için onların ait oldukları kökenin fazla bir değeri de yoktur. Önemli olan verilen işleri doğru dürüst yapmalarıdır. Koşullar çok farklı olsa da ülkemizde de benzer yaklaşım egemen olmalıdır. Ayrıca dünyanın hiçbir yerinde insanların doğdukları yerde doymaları ve yaşamaları gibi bir bakış açısı ve gerçek söz konusu değildir. Bu nedenle sanki Kavaklılar veya Çarşambalıların Samsun dışında hiç bir yerde yaşamıyorlar gibi, Samsun’da Trabzonlular başta olmak üzere farklı illerden gelenlere karşı tavır almaları hiç mantıklı değildir. Ancak bu gerçeğin haykırılmasıyla da insanlar yaptıkları bu yanlışlardan vazgeçecek de değillerdir. Zira insanoğlu genelde mükemmele ulaşmaya çalışan bir varlık olmayıp hislerinin yoğun baskısı altında beşeri özellikleri ile yaşamaktadır. Ayrıca insanların parçalanmışlığından geçimini sağlayan siyasi, ticari ve dini yapılar bu sistemden beslenmeye devam ettiği müddetçe Samsunluluk veya Trabzonluluk gibi ayrımcılığa konu olan sıfatlar yaşamımızda her zaman yer alacaktır. Ne zamanki ortak düşman tarafından bu bölünmüşlüğümüz, bize karşı bir silah gibi kullanılırsa akıllanacağız ve o zaman da çok geç olacaktır. Oysa bir ulus haline gelme yolunda önemli mesafe kat etmiş olan Türk ulusunun il ve ilçe sınırlarına sıkıştırılmış bir anlayıştan ziyade, ulusal sınırlar içerisindeki herkesi kucaklayacak bir yapı geliştirmesi kaçınılmaz gerçektir. Unutulmamalıdır ki bölünmüşlük, düşmanlarımızın en önemli güç kaynağıdır…

0 Yorum

Yorum Yap